sanat/edebiyat yazıları/Erinç Büyükaşık
burada sanata ve edebiyata dair çeşitli haberler bulunacaktır.
TİYATRONUN AMATÖRLÜĞÜ VE LİSEDE TİYATRO
Erinç Büyükaşık tarih 07.06.2008, 11:29 (UTC)
 TİYATRONUN AMATÖRLÜĞÜ VE LİSEDE TİYATRO
Erinç Büyükaşık
Bugün lise tiyatroları siyasal yönetimlerin özellikle okullarda yürüttükleri politik yönlendirmeler altında yok olmayla ve hayatta kalma savaşımının bir yerinde tercihte bulunmak zorunda kalıyor. Özellikle yıllardır amatör tiyatro kavramının doğasında yer alan yaratıcı, üretken ama profesyonelleşme sancısından uzak bir başlık olarak lisede tiyatro uğraşısındaki öğrencilerin eğitim sistemindeki aymazlıkların sahne ve hayatın içinde daha fazla bilincine varmaya başlamaları sistemin amacı dışına saptıklarının da bir göstergesi. Bu bağlamda özellikle lise çağlarında sahne tozunu yutmuş ergenlerin yaşamı daha farklı bir solukla irdelediği de bir gerçek. Shakspeare’in şablonlaşmış tiyatro tanımında yansıyan “insanı insana insanca anlatma” sürecini başka karakterlere bürünmenin, sahnede iç disiplini üretebilmenin, bir karakter yaratabilmenin, sahnenin dekorundan , oyuncuların kostümüne kadar tüm aşamaları beraber yaratabilmenin coşkusuyla yaşayan liseli öğrencilerin tiyatrodan yaşamın ipuçlarını öğrendikleri de yadsınamaz.
Tüm bu veriler doğrultusunda lise tiyatrolarının özellikle şenlik ve yarışmalarda bir güç gösterisinin içerisinde sanatsal enerjilerini yitirmeye başladıkları, okulların ortak amatör ruh ve tiyatro dayanışması kültüründen uzaklaştığı da görülebilir kimi örnekler doğrultusunda. Birçok tiyatro ustasının metinlerinin doğru yorumlanamaması, sahne tozunu yeni yeni yutan gençlerin yaşlarına uygun olmayan ağır metinleri, karakterleri sahneye taşımaya zorlanması da hem liseli izleyici hem de liseli oyuncu için olumsuz veriler ve tiyatro sanatına dair önyargıları üretebiliyor.
Peki amatör ruhun tiyatronun algısında liselilerce doğru kavranmasını sağlayacak veriler neler? Bunun yanıtını sanıyorum oyunların yönetmenlerinin ve şenliklerde oluşturulan jürilerin amatör ruhu, amatör yaklaşımlarla karıştırmamasıyla ifade edebiliriz. Özellikle bu sanat adına ışık saçan öğrencilerin kazanılması, gelecek yaşamlarında bu uğraşı içinde olmaları için çeşitli eğitim olanaklarının yaratılması, amatörlüğün bir sanatçı dayanışmasıyla anlamlı bir kavram haline geleceğinin bilinmesi önemli kazanımlara kapı açacaktır. Okul ortamında bir öğrenciden beklentinin yalnızca ÖSS’de başarılı olması veya derslerinin iyi olmasına indirgenmesi zaten eğitimi dört duvarın içinde yapılan bir ezberci modele indirgerken, öğrencinin yaratıcı enerjisinin sanatla bütünleşir kılınması onda barışçı kimliğin ve kişiliğinin olgunlaşmasının yaratıcı enerjisi olmayacak mıdır? Einstein’ın bile okulun öğütücü ve tek düzeleştirici yapısında fark edilmediği düşünüldüğünde, tiyatro sanatıyla yeni yeni tanışan bu gençlerin ürettiği değerlerin fark edilmemesini de anlayabiliyoruz kuşkusuz.
Tüm bu veriler doğrultusunda bu gençlerin yaşama dair tanıklıklarının sahnede daha yapıcı ortaya çıkacağını, ötesinde okullarda şiddetin kaçınılmazlaşacağı; enerjisini yapıcı uğraşlarla dışa vuramayan bir gencin “arka sıradakiler” olarak kayıp gitmesinin önüne nasıl geçilebilir.
Sonuç olarak şunu söylemek uygun düşecektir: Yaşasın lisede tiyatro, sahne tozunu yutan tüm gençlere selam…
 

Bir Tiyatro Okulu Olarak Haldun Taner ve Aziz Nesin Tiyatrosuna Dair
Erinç Büyükaşık tarih 21.05.2008, 15:00 (UTC)
 Bir Tiyatro Okulu Olarak Haldun Taner ve Aziz Nesin Tiyatrosuna Dair

Türk tiyatrosunun Tanzimat'tan bu yana süreelen serüveni sürekli geleneksel ve batılı tiyatro kalıpları arasında gelgitlerle dolu olmuştur. Bu bağlamda ilk oyunlardaki teknik kusurları bir yana atarsak yaşamla kurulan bağın zayıflığı ve gerçekliği kavrama eksikliği tiyatronun bir fransız uyarlaması yönünü hep ön plana çıkarır. Ancak Haldun Taner'le başlayan tiyatro geleneği, tiyatroyu ortaoyunun verimleriyle çağdaş sahne tekniklerini birleştiren bir dile taşımıştır ki bu da tiyatroda bir yandan da siyasal dilin olgunlaşmasıyla paraleldir. Bu açıdan Keşanlı Ali Destanı, Göz Kap Vaz Yap,Günün Adamı epikle gelenekselin birleştiği çizgiyi gözler önüne serer.

Aziz Nesin tiyatrosu ise bir başka gerçekliği de ortaya koyar. Taner'in tiyatrodaki mizahi ve eleştirel tavrı yücelttiği örnek metinlerdir bunlar. Yaşar Ne yaşar Ne Yaşamaz, Düdükçülerle Fırçacıların Savaşı bir sonraki aşamada Vasif Öngören'in epik dilindeki acı ve keskin gerçekliğe yol açacaktır. Bürokrasi, partiler, siyasal baskılar, cumhuriyetin tarihsel öyküsünde bireyleşememiş tipler oyunlarına ana omurgalarını oluşturur.

Sistemle bir hesaplaşma tiyatrosudur bir anlamda bu dilin yarattığı epik gerçeklik.
Yüzyılların toplumsal seyrininin kentleşme, gecekondulaşma, sınıfsal derinleşme ve bürokrasinin toplumla yarattığı açmazlar ekseninde karşımıza çıktığı bu metinlerden Vasif Öngören'in "Asiye Nasıl Kurtulur" aslında kadını bir meta haline getiren kapitalizmin ciddi bir eleştiridir. Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz'da ise zaten kimliği dışında ve ödediği vergiler dışında yurttaş olmasının önemi olmayan bireylerin öyküsü sergilenir.
Tüm bu gerçeklik toplumla tiyatronun sahneden çıkıp hayatla buluştuğu örneklerdir kuşkusuz. Sadece ağlamak ve gülmek değildir izleyecinin ereği bu noktada...Gözlerini Kapamayan, sorgulayan ve değiştiren insan olmaktır.

Bu bağlamda tiyatro insanla kurduğu bağı Shakespeare'in ifadesiyle "insanı insanı insanca anlatma ereği üzerinden" daha güçlü kılabilir. Seyirci o rahat koltuklarından çıkmalı, yaşadığı yabancılaşmanın bilincine varmalı, tiyatro değiştirme ereğini sahneden tüm dünyaya taşıyabilmelidir.
 

Bir Romancı: Halide Edip Adıvar
Erinç Büyükaşık tarih 14.05.2008, 16:47 (UTC)
 

Cumhuriyet romancılığının temelleri kuşkusuz Kurtuluş Savaşı’nın siyasal ve toplumsal izleğini metnin tematik öğesi olarak belirleyen dönem yazarları tarafından atılmıştır. Bu bağlamda tarih-roman bağlamını irdelediğimizde karşımıza hem tarihsel belgeciliğin izlerini romanına yansıtan hem de kendi kurgu dünyasında siyasal tavırlarını yansıtmayı gerekli bulan iki yazarın adını anmak gerekir. Bunlardan ilki Yakup Kadri, diğeri ise kuşkusuz Halide Edip’tir. Halide Edip romanımızda kendi siyasal gelgitleri kadar, kadının özne olduğu metinlerinde adeta kendi öncüllüğünü de ortaya koymaya çalışmıştır.Bu öncüllük Süleymaniye Mitingi’nin cesur hitabetçisi olarak karşımıza çıkmasıyla çok daha somutlaşmaktır. Halide Edip’in aslında tüm metinlerinde kadın kahramanının ta kendisi olarak görmek de mümkün. Ateşten Gömlek’in Ayşe’si, Sinekli Bakkal’ın Rabia’sı, Vurun Kahpeye’nin Aliye’si tam da Osmanlı geleneğiyle batılı aydın arasında “araf”ta olduğu kadar aydınlanmacı sayılması gereken Halide Edip’in kişilik unsurlarını bize göstermektedir. Gerici ve muhafazakar olana karşı, geleneği reddetmeyen bu batılı tutum, bu metinlerin ana söylemini de oluşturmadır böylece.

Ulusal Mücadele’nin savunmasını yapmak konusunda bir tereddüt yaşamayan Halide Edip, cumhuriyetin ilk yıllarında yeni rejimin siyasal tutumuyla yer yer çelişkiler yaşar. Bu savruluş Kurtuluş Savaşı sürecinde bir dönem “Amerikan mandası”nı savunmasını da beraberinde getirmektedir.
Tanzimat romanında “kadın”ı köşk, yalı ve mahallerin dar hayatlarında nesneleştiren yazarların tersine Halide Edip’te kadının yeri bire bir savaşta, hayatın içinde özne olmayı zorunlu kılar. Anadolu kasabasında ölümü göze alan Aliye’nin öyküsünden yansıyanlar da bu saptamayı doğrulamaktadır. Bu bağlamda çözülen Osmanlı siyasal yapısının gelenekçi savunusuna karşı Kuvayi Millliyeci bir aydın tipi Aliye’de tam anlamıyla somutlaşır. Sinekli Bakkal’ın Rabia’sının da dinsel gelenekler içinden gelip mahallenin kapalı dünyasından çıkmayı yeğlemesi, batılı tip Peregrini ile aslında hiç de kolay bir kabulle gerçekleşmeyen evliliği tam da sözünü etmemiz gereken senteze işaret eder. Doğulu ama batıyla uzlaşmış, gelişkin insan modeli. Doğu- batı çatışmasının yerini alan bir uzlaşma önerisidir bu evlilik adeta: Piyanoyla neyin, pozitivizmle tasavvufun uzlaşması.
Üsküdar Amerikan Lisesi’nden başlayan batılı eğitim, Osmanlı’nın ikili kültürel yapısı, Ulusal Mücadele ardından yeni devletin ideolojik refleksleri arasında yer yer bocalamalar yaşamış olan Halide Edip, aydının her dönem yaşadığı “araftakiler” sorunsalını i yaşamışsa da Osmanlıcı bir yazar modeli çizen Peyami Safa’nın düştüğü doğuculuk çizgisine yine de kaymayı yeğlemez.
Yeni Turan’da II. Meşrutiyet’te geçen olaylara dair ütopik roman kurgusuyla Yeni Türkiye’nin ideolojik önermelerini yapmaya çalışırken, yurtsever kadının idealist görüntüleri savaşı merkeze alan romanlarında daha yoğun bir biçimde karşımıza çıkar. Bu kadınlar dönemin “asri” kadınları gibi köklerinden kopmamış, ulusallık, gelenek ve güçlü kadın imajlarının sentezini içlerinde barındırabilmişlerdir. İstanbul romanları bu anlamda orta halli mahallelerin yerli tipleri üzerine gözlemlerle bu ideali yansıtır. Halide Edip’in aslında kendi içinde yaşadığı dönemsel çelişkiler ve çatışmalar bu açıdan romanlarına gözlemci tutumuyla yansımaktadır. Aslında her romanı biraz da Halide Edip’in yaşam öyküsünden kesitleri barındırır bu açıdan bakıldığında…




















 

BEHÇET NECATİGİL'DE "EV" TEMİ
Erinç Büyükaşık tarih 14.05.2008, 16:45 (UTC)
 

Behçet Necatigil'in "Evler" şiiri edebiyatımızda "ev" temasını toplumsal değişimler ışığında insanın kabuk değişimi çerçevesinde aktaran önemli şiirlerinden sayılır. İnsanların ev ve aile temasını hangi pencereden baktıkları, aslında sokağın değişimi ve İstanbul'ın orta halli insanlarının beklentileri ve umut dünyaları üzerine dönemsel bir gezintiyi bu metinler aracılığyla kolaylıkla yapabiliriz. Bu tem nesnenin içinde özneyi yani insanı sorgulamamız için de ipucu sayılmalıdır. Birey-toplum modernizme dair bir savruluş veya zorunlu değişimi yaşarken aynı zamanda mekanlar da bunların sessiz tanıklarıdır kuşkusuz.


İnsanlar yüzyıllar yılı evler yaptılar.
İrili ufaklı, birbirinden farklı,
Ahşap evler, kâgir evler yaptılar.
Doğup ölenleri oldu, gelip gidenleri oldu,
Evlerin içi devir devir değişti
Evlerin dışı pencere, duvar.

Yoksulluğun, unutulmuşluğun, orta sınıfın bilinen yazgısının evlere sığınan öyküsü bu metinlerde daha canlı tablolar halinde karşımıza çıkmaktadır. Aslında bu evler kagir, ahşap yapılardır değişime tanıklık etmesi açısından bakıldığında.Unutulmuştur, terk edilmiştir, anılarına gömülmüştür. Belki de artık kullanılmaz haldedir, apartman yaşamının getirdiği dönüşüme açık bir yok oluşu yaşar bu yapılar.

Evlerin çoğu eskidi gitti tamir edilemedi.
Evlerin çoğu gereği gibi tasvir edilemedi.
Kimi hayata doymuş göründü,
Bazıları zamana uydular.
Evlerin içi oda oda üzüntü,
Evlerin dışı pencere, duvar.

İstanbul'un eski semtlerinden yansıyan "ölüme yatma" durumu veya "ölümü bekleme hali" olarak karşımıza çıkar bu durum.Evlerin yazgılarına terk edilmişliği aslında toplumun ve insanın da kendi yazgısını sorgusuzca kabul ederken değişmesinin işaretlerini sunar bizlere.Bir yandan ev içinde tek düzeleşen öykülerdir herbiri. Birçok noktada bugünle barışık olmayan toplumun dünü unutma çabasını da beraberinde getirmiştir. Hayat değişmktedir: Odalar, evler, sokaklar bu değişimin ipuçlarını sunar bize. O kagir yapılar beton apartmanlara yerini bırakır. Bu batıcıl dönüşüm değişimin zorunları sonuçlarıdır adeta. Ama evler, ruhlarını yitirirler, geçmişlerini de kendileriyle beraber. Nacatigil'in şiirindeki bu hüzünlü tavır değişimin yarattığı yitik anıları da evler aracılığıyla anımsatır bize. Tanpınar'ın "arada kalmışlık" olarak nitelendirdiği kültürel bir ikilemi de bize sunar bu tablo .Aslında evlerin değişimi yaşanılan toplumsal yabancılaşma ve kültürel hezeyanın somut ipuçlarıdır sonuçta.

Şu dünyada oturacak o kadar yer yapıldı:
Kulübeler, evler, hanlar, apartmanlar
Bölüşüldü oda oda, bölüşüldü kapı kapı
Ama size hiçbir hisse ayrılmadı
Duvar dipleri, yangın yerleri halkı,
Külhânlarda, sarnıçlarda yatanlar
umutunut@hotmail.com
 

BU KENT ÜSTÜNE SÖYLENMİŞTİR...
Erinç Büyükaşık tarih 14.05.2008, 16:44 (UTC)
 


Bu kent üzerine bilinç-akışıyla düşüncelerimi sağaltmayı istiyordum günlerdir.Bu kent tüm kalabalığının içinde yalnızlığımla beni kuşatırken her gün aksamadan süren koşturmacanın içinde yitirdiğim veya yitirdiğimiz "görmek" ve "göz teması" olgusunu irdelemeliydim zihnimde.
Hayata karışamayan bizler aslında biraz da onun kıyılarında mesleklerimiz, iş yerlerimiz, evlerimiz arasında mekik dokurken rüzgardaki tozlar oluvermişiz. Birbirimizi hiçe sayan, unutan, yok sayan tozlar. Bana ait değil son ifadelerim. Dream Theater'ın bir şarkısında böyle söylüyor grup..Hepimiz bu rüzgarın içinde birer tozuz. Bir başka cümle akıyor beynimden..."Kirlenmek güzeldir." Hayatın içinde kirlenen bizler, kirlettiğimiz sularda nefes almaya veya can çekişmeye devam ederken, yitirdiğimiz "göz göze gelebilmek" durumunu arada utana sıkıla yaşıyoruz belki de..
Otobüste, metroda, yaşamla kurduğumuz her toplumsal alanda yanlışlıkla göz göze geliyoruz birbirimizle. Sanki kirlerimizin ve kirlendiğimiz gerçeğinin bilincinde kaçırıyoruz gözlerimizi birbirimizden. Adına yabancılaşma diyoruz bu kopuşun. Bireyi yüceltmek adına "ben"in kutsal tapınaklarında arınmaya uğraşıyoruz toplumsal günahlarımızdan. Kirlettiğimiz kentleri tarihleriyle anmaya çalışırken, onlar adına şiirler yazıyoruz. Yalnızlığımızı onayan şiirler her biri, korkularımızla var ettiğimiz koca kentlerin dev yapılarının arasında bir toz bulutu gibi sokakları arşınlıyor, hızlı adımlarla birbirimizden kaçıyoruz.
Hepimiz ıssız limanlarımızda mutlu olmayı yeğlerken kalabalıkların ve bize dayatılan tüketim ideolojisinin içinde mağazalardan, dergilerden, eğlence mekanlarından seçtiğimiz etiketlerimizi bedenlerimizde somutlaştırıyoruz. "Kirlenmek ve kirletmenin güzelliğine inanarak kentleri, sokakları ve hayatları bir aynılaşmaya itiyoruz. İnsan kalabalıkları içinde devasa bir mağazanın içinde tüketiyor dünyayı. Bu kent her sokağında, her caddesinde açılan büyük marketlerin içinde "geçici hazların" ve "boşalan cüzdanlar"ın büyük felsefesini inşa ediyor.
"Tüket" ve "yaşa" kültürünün insan ilişkilerine biçtiği görev de yüzeyselliğin, bedensel hazların ve "ben"in yüceltilen etiketlerinin içinde yok olan "biz" duygusu olmanın ötesine geçmiyor. Gözlerimizden korkuyoruz, görmekten ve kendi gerçeğimizle tanışmaktan. Benleşmeyi bencilleşmek, yalınlığı yalnızlaşmakla karıştıran yeni dünyanın ve yeni dünya düzensizliğinin birer küçük tozları olarak kirletiyoruz ve kirleniyoruz bu kentin devasa varlığında...
Televizyonlarda tanık olduğumuz cinayetlerin, ölümlerin, savaşların, yoksulluğun ve şiddetin aslında bizlerin bir parçası ve kendi gerçeğimiz olduğunun bile bilincinde değil gözlerimiz. Bir başka oyunu oynuyoruz.Televizyonlardaki görüntüler, tükettiğimiz her şey gibi, bir dizi kurgusunda canlanıyor ve unutuluveriyor belleklerimizde. Hayat televizyonlarda da kirleniyor, ekranlar yalan söylüyor, şehir yalan söylüyor. Metroda gözünü kaçıran kadın yalan söylüyor hayatlara dair. Çünkü büyük yalnızlıkların kenti bizi korkularımızla büyütüyor, kirlenenen varlıklarımız kendi tapınaklarında arınıyor.
 

"Şehir Mektupları" Üzerine
Erinç Büyükaşık tarih 14.05.2008, 16:43 (UTC)
 

Bir süredir okumakta olduğum Mustafa Kutlu'nun "Şehir Mektupları" adlı kitabı yoğunluklu bir düşünme süreci içinde olduğum kente dair bazı soruları sormamı zorunlu kılıyor. Yazarın Dergah Yayınevi tarafından yayımlanmış kitabı birçok açıdan kenti tarihsel serüveniyle ve dün-bugün çatışmasıyla kavrama uğraşısında olan metinlerden oluşuyor. Kentin değişen yüzünü Osmanlılık vurgusuyla anlamaya çalışan yazarın gelenekçi tutumunun ötesinde kente dair bi şehrengiz kaleme alma derdini dün ve bugün çözümlemesi için oldukça gerekli bulduğunu da görebiliyoruz. Osmanlı mimarisi ve bugünki kent silüeti arasındaki çatışmayı din-gelenek ve modernizm algısının farklı bir reddi içinde yapan Kutlu, temelde gelenekçi çizginin verilerini arabesk-pop ve yükselen değerler çizgisinde öykülerindeki gözlemci yöntemini kullanarak ortaya koymayı yeğlemiş. Kentin tarihinine dair irdelemeler kadar, öznel çizgideki gözlemler bir yandan Tanpınar'ın Beş Şehir'indeki İstanbul'u diğer yandan Ahmet Rasim'in "Şehir Mektupları"ndaki izleri barındırıyor.
Gülhane'den, Beyazıt'a, kentin erguvanlarından, kavaklarına, Osmanlı kültürünün yok olan kalıtlarından cumhuriyet modernleşmesinin sil baştan ortaya koyduğu karmaşık kentli kültüre değişik başlıklarla yürüyen metinler, öykülerinde taşralı Kutlu'nun İstanbul'u taşralı gelenekçiliğiyle tanıma uğraşısı da sayılabilir.
Tramvaylardan, metroya, dolmuş kültürünün "göç" arka planına kadar kente dair birçok değişim çizgisinin Kutlu'daki bu görünümleri hızlı değişim sürecini yaşayan İstanbul'un her mevsim görünümündeki değişmeyeni yakalama niyetini de ortaya koyabiliyor. Bu açıdan "Yağmurda İstanbul" başlıklı yazınınTevfik Fikret'in Yapmur şiirinden Necip Fazıl'ın "bu yağmur kıldan ince " dizesine kadar farklı bir değişmezliği taşıdığı savını da barındıyor kutlu. Adeta mimari ve kültürel nesnenin ardındaki tarihi ve geleneği kavrama isteği bu metinlerde yeni bir "kent algısı" içinde karşımıza çıkabiliyor. Bu da Tanpınar'ın izinde İstanbul'u yeniden keşif sayabileceğimiz bir arayış.
Medreseleriyle, çeşmeleriyle, camileriyle ve yükselen büyük beton yapılaşmasıyla düne dair bugünden yaratılan bu bakış ne kadar geleneğe ve geçmişe göndermeler taşısa da bugünü de zorunlu bir kabullenişi beraberinde getiriyor. Bu açıdan Sabancı Kuleleri'nden adeta hayranlıkla söz edilmiş olması, geçmişin silüetiyle gökdelenlerin yaratacağı geleceğin pek de yazara çelişkili görünmemesi metinlerde unutulan bir gerçekliği de ortaya koyuyor. Metropolün yeni zenginlerinin yarattığı çok katlı yaşam kültürünün sınıfsal eleştirisini yapmayınca düne göndermeler yaparken bugünün karmaşasını sadece dehşetle seyreden tek boyutlu irdelemelerden hiç kurtulamamış Mustafa Kutlu. Göç'ün gerekçeleri sağlıklı çözülemeyince adeta gökdelenlerden yükselen büyük hırsızlığı, kentlerdeki gelir eşitsizsizliğini adeta görmezden gelmek istemiş Kutlu.
Geleneğin sahiplenicisi olmayı yeğleyen Kutlu'nun bu metinleri aslında bugün muhafazakar algının düştüğü yanılgıyı da ortaya koyuyor. "Çirkinleşen kent sileütinin inşasında yine yılların muhafazakar, gelenekçi siyasetlerinden gelen yöneticilerin payı olabilir mi", "bu yöneticilerin siyasal rantlar uğruna göçzedelere kentin arsalarını parsel parsel vermesinin arkasında hangi kültürel korumacı bakış alabilir" sorusunu özenle sormaktan kaçınmış Kutlu sanıyorum. Kenti 50'lerden bu yana "taşı toprağı altın" muştusuyla sanayileşmenin ve yozlaşmanın parçası kılan hangi modernizmle ilişkilenmesi gereltiğin,, bunun temelde kentin yeni burjuvalarıyla ilişkisinin olup olmayacağını yanıtlamayı sanıyorum Mustafa Kutlu'nun metinlerinde aramak doğa yasalarına da aykırı olsa gerek kuşkusuz. Cami ve şadırvan köşelerinde şehrin ruhunu ararken, şehrin yoksulluğunu, rant alanlarını ve aslında kayboluşunu Kutlu'dan sağlıklı bir biçimde çözümlemesini okur olarak ben de pek bekleyemedim. Yine de şehre dair nostaljik bakış açısı bana biraz daha Piyer Loti'nin oryantalizm kokan İstanbul'unu bir hayli anımsatıverdi. Bu açıdan bugünün muhafazakarlığının modernizmin yeni liberal yüzüyle yaşadığı kopmaz bağları görmezlikten gelemeyeceğimizi, muhafazakar algının aslında kentin yeni ticaret sınıfıyla çelişkilerinin olamayacğını daha rahat kavrayabiliyoruz. Aslında bugünün muhafazakarının da dünün oryantalisti kadar batıcı olduğu gerçeğini de..

 

<-Geri

 1  2 Devam -> 
kültür güncesi
 
gündelik yaşamın kent güncesi
 
Hayat bir sahnedir
Sanat hayatın başka bir yorumudur.İnsanın insanı insanca kavradığı bir dünya sunar önümüze..
 
yeni dönemde daha zengin bir içerikle sitemiz güncellenecektir. Sitemizde sizlerin de yazılarının yer alması için yenibirsehir@hotmail.com adresine yazılarınızı bekliyoruz.
 
 
Bugün 2 ziyaretçi (20 klik) burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol